Güzel Bir Adamın Ardından Güzel Bir Anekdot

Serdar Bilgin
1977 Ankara doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Ankara’da, yüksek öğrenimimi Şanlıurfave İstanbul’da tamamladım. 1998 tarihinde Bolu’da Türk Dili ve Edebiyatı/Türkçe Öğretmeni olarak göreve başladım. Ankara’ya 2002 tarihinde atandım. 2002 yılından bugüne Sincan’daki okullarda öğretmen ve yönetici olarak görev yaptım. Yine bu süre zarfında Milli Eğitim Bakanlığı nezdinde Program Geliştirme Dairesi 6-8. Sınıflar Türkçe Dersi Özel İhtisas Komisyonunda, MEBBİS,TEFBİS,Toplam Kalite Yönetimi, ARGE, Basın-Yayın gibi çalışmalarda ve projelerdegörev aldım. 2019 yılında Sincan Itri Güzel Sanatlar Lisesi kurucu müdürü olarak görev yaptım. Şu an Sincan ErkuntMesleki Eğitim Merkezinde SİMEP projesinden sorumlu müdür yardımcısı olarak görev yapmaktayım.
27.07.2022
485
A+
A-

Ölümün de adı varmış

Gül olmasa bülbül

Serap olmasa su ölürmüş

Işık olmasa göz

Sevda olmasa yürek ölürmüş

Ölüm olmasa hayat ölürmüş

     1995 yılı, üniversitede öğrenciyim. Elim; kalem tutmaya yeni başlamış, kağıt-kalem arasında kendi gücüm ölçüsünde gidip geliyorum.

      Yazarlığı şahika yapmış önder isimleri de ara ara ziyaret etmeye, onların tecrübelerinden istifade etmeye, feyiz almaya gayret ediyorum.

      O yıllarda Devlet Planlama Teşkilatında görev yapan Rasim Özdenören Beyefendi de o değerli isimlerden birisidir. Yine böyle bir atmosferde, üst düzey bir kadroya ataması yapılmış bir arkadaşımın tanıdığına, eli kalem tutan entelektüel bir dosta, Rasim Özdenören Beyefendi ile hayırlı olsun demeye gittik.

    İçeride misafirleri vardı. Özel kalemin odasında biraz bekledik. Sonra buyur etti, bizi ayakta karşıladı, kucakladı, samimi idi. Makama girdik, mobilyaların işlemesi ve duvardaki tablolar altın varaklı idi. Makam öyle ihtişamlı idi ki rahatsız olmuş, elim ayağım birbirine dolanmış, koltuğun ucuna hemen kalkacak gibi oturmuştum. Hayırlı olsun dedik.

    Derin ve samimi bir sohbet başladı. Çaylar, kahveler geldi. Derin ve samimi sohbet esnasında makam masasının altında, sağımda, uzun, düz bir taş dikkatimi çekti. Eski mezar taşlarını anımsatıyordu. Üzerinde Eski Türkçe ile bir şeyler yazıyordu. Okumak istedim ama okuyamadım, merak ettim, sohbet derindi, bölmek istemedim. Bir ara sessizlik oldu ve dikkatimi çeken taşı sordum.

– Kusura bakmayın! Masanızın altındaki taşı gördüm, üzerinde Eski Türkçe bir şeyler yazıyordu, okuyamadım. Tarihe ilginiz var galiba, dedim.

Tebessüm etti.

– Hayır, dedi ve taşı makam masasının üzerine çıkardı. Yüzündeki tebessüm devam ediyordu.

– Bu benim mezar taşım, dedi. Şaşırmıştık, bir insan mezar taşını neden yanında taşır ki?

– Siz Edebiyat Fakültesi öğrencisisiniz, Eski Türkçeyi bilirsiniz, bakınız burada benim adım soyadım yazıyor, alttakiler sayılar… Bu sayılar benim doğum tarihim. Geri kalanları da okursunuz zaten.

– Evet, okuduk, ancak bu mezar taşına anlam veremedik.

– Malumunuz Efendimiz, “ağızların tadını bozan ölümü her an hatırlamamızı” tavsiye eder. İnsan; böyle yüksek makamlara gelince kibirlenebiliyor, kendisini büyük görebiliyor, bir gün öleceğini, hesap vereceğini unutabiliyor. O nedenle ben; bir gün öleceğimi, hesap vereceğimi hatırlatan bu mezar taşını, gittiğim, atandığım her yere götürmeyi alışkanlık haline getirdim. Bu durumu eleştiren çok arkadaşım oldu. Eşim bile insanın içini karartan bu hareketi bırakmam yönünde telkinde bulundu. Ancak ben devam ettim.

     Bir gün öleceğimizi, hesap vereceğimizi hatırlamak için böyle bir mezar taşına ihtiyaç var mıydı? Dünyevi telaşeler, maişet derdi, yüksek ve güzel makamlar, ölümlü olduğumuz fikrinden bizleri öteleyebiliyor, Allah ile olan iletişimimize mesafe koyabiliyordu.

Bizleri dünyevileştiriyordu.

Allah ile olan iletişimimizi her an taze tutmak için bir şeyler yapılmalıydı.

    Allah ile olan iletişimi taze tutmak adına bu hareketi anlamlı bulmuş, şaşkınlık yerini tebessüme bırakmıştı. Birlikte tebessüm ettik. Elimin ayağımın dolaşıklığı gitmiş, rahatlamıştım.

   Karşımda bizden, Anadolu’dan biri vardı. Ucuna oturduğum koltuğa sırtımı dayadım ve sohbet farklı bir cihete yöneldi. Efendimizin “ağızların tadını bozan ölümü hatırlayınız” tavsiyesini düstur edinip bir şehir, bir medeniyet inşa eden Osmanlı’ya geldi söz ve sözlerine samimi bir şekilde devam etti.

– Osmanlı Medeniyeti; ölümü her an hatırlamamız için mezarlıkları hayatın içinde, halkın her an görebileceği şehrin en hâkim noktalarında kurgulamış. Yıllarca Osmanlı’ya başkentlik yapmış kadim şehir İstanbul’u hatırlayınız. Şehrin manzaraya bakan yüksek ve güzel yerlerinde “ebedi olan Allah’tır” nakşını görebilirsiniz. Tıpkı bunun gibi devletin en yüksek ve güzel yerlerinde de “ebedi olan Allah’tır” nakşını gösterebilmeliyiz, öyle değil mi? dedi.

Evet, şeklinde kafamızı salladık.

– Bizler ölümlüyüz, makamlar, mevkiler her şey geçici, ebedi olan Allah’tır. Şu an oturduğum bu yüksek, güzel ama geçici makamda da “ebedi olan Allah’tır nakşını gösterebilirsem ne mutlu bana, dedi ve sözlerini bitirdi.

Bu güzel ve samimi sohbetten duyduğumuz minnettarlığı ifade ettik.

– Allah; yeni görevinizi hayırlı eylesin, Rabbim muvaffak eylesin, dedik ve ayrıldık.

   ….ve tarih 2022 Temmuz…Bugün Rasim Özdenören Ağabeyin öldüğünü haber aldık. Allah rahmet eylesin; mekanı cennet, makamı  âli olsun.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.