Bir Gün Mutlaka

Kızıl bir güneş belirdi önce, ışığı kubbetül sahranın üzerine vuran…
Ana rahminden henüz düşmüş karanlığına dünyanın, henüz yaşına bile değmemiş! Hatta bir yudum su içecek ömrü olmamış sabilerin vişne suyu rengindeki kanlarıyla kızıla boyanmış gecenin sabahı nasıl olabilirdi ki?..
Ama o da neydi?
Ardından Golan tepesinde bir er belirdi. Elinde kızıl bir sancak, Sancağın üzerinde bir ayet, ayet ki fetih kapılarının açılış müjdecisi…
Tuttuğu sancak direği; kan deryalarına batırılıp çıkarılmış, adeta ateşten bir mızrap olmuş uzanıyordu kan kırmızı doğmakta olan güneşe.
Ardından beliren binler, on binler, yüz binler, milyonlar…
Hepsinin elinde aynı kızıllık, gözlerinde ateş, yüreklerinde tevhid, dillerinde TEKBİR!!!
Saf saf dizilmiş, korkuyu tutsak etmiş, cesaretle bilenmiş, öfkeyle yoğrulmuş sanki ölümü öldürmüş gibiler…
Tek bir gayeye, tek bir hedefe, tek bir amaçla TEK BİR OLAN ADINA…
Evet bu bir ordu! Hem de nasıl bir ordu…
Hepsinin üzerinde bembeyaz kefenleri, ellerindeki pusatları zulmün karanlığını aydınlatırcasına parlak, sevdaları tertemiz muhakkak ve kararlılıkları alınlarından kaşlarına doğru “vuslat” El Hakk!
Şimdi göz yaşları sessiz çığlıklar olup feryat ve haykırışların arasından değil; gözlerde yoğun bir buğu olup yanakları şükür secdesi mahiyetinde ıslatacak.
İşte bu anın özlemiyle bir gün mutlaka kurtulunca tüm prangalardan; sana koşmayı, kavuşmayı, bekleyen milyonlardan sadece biri olarak duama katıyorum haykırışımı Ey Mescid-i Aksa, sen de seninle olan izzetli mücahitlerin de bekleyin bizi olur mu?..