Filistin-İsrail Meselesinde Tarihsel Bir Dönüm Noktası 1967 Arap-İsrail Savaşı (Altı Gün Savaşı)

Gökhan Yiğit
1986 yılında Artvin’de doğdu. Artvin Anadolu Öğretmen Lisesi’nden sonra sırasıyla; Atatürk Üniversitesi Fizik Öğretmenliği bölümünden Yüksek Lisans derecesi ile, Çankaya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi bölümünden Yüksek Lisans derecesi ile, Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden Lisans derecesi ile mezun oldu. Çalışma hayatına 2013 yılında Türkiye İş Kurumu’na İş ve Meslek Danışmanı olarak atanarak başlayan Yiğit, 2014-2021 yılları arasında bir meslek derneği olan Danışmanlar Derneği’nin kurucu Başkanı olarak Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. 26. ve 27. Dönemde TBMM’de Milletvekili Danışmanı olarak çalıştı. Halen Türkiye İş Kurumu’nda İş ve Meslek Danışmanı olarak çalışmaktadır. İngilizce bilen Yiğit, evli ve iki çocuk babasıdır.
12.10.2023
470
A+
A-
  • Giriş

      1967 Arap-İsrail Savaşı, Ortadoğu’nun her dönem en çok tartıştığı başlıklardan olan Filistin-İsrail çatışmasının ve bunun sonucu birçok siyasi, askeri ve ekonomik problemin en belirleyici etkenlerinden biridir. Sadece altı gün içinde Mısır, Suriye ve Ürdün’ü büyük bir yenilgiye uğratan İsrail, bu savaşla Mısır’dan Gazze Şeridi ve Sina’yı, Ürdün’den Batı Şeria’yı, Suriye’den de Golan Tepelerini ele geçirerek sınırlarını savaş öncesine göre dört katına çıkarmıştır.

       Bu çalışmamızda, Ortadoğu tarihinin en belirleyici savaşlarından biri olan 1967 Arap-İsrail Savaşının, bir diğer adıyla Altı Gün Savaşının, görünür siyasi ve askeri nedenlerini inceledikten sonra, sadece altı gün süren ve fakat sonuçları itibariyle çok etkili olmuş bir savaşın bilançosunu sunacağız. Savaşın bölgenin dengelerini ne yönde etkilediğini anlamaya çalışırken, savaşın çıkarılma sebebinin çoğunlukla ifade edildiği üzere, İsrail için başka alternatifi olmayan bir güvenlik konusu mu yoksa yıllardır süregelen bir Siyonist yayılmacı stratejinin sonucu mu olduğunu tartışmaya çalışacağız.

  • 1967 Öncesi Bölgenin Durumu
    • İsrail

      İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, asırlar boyunca başka toplumlar içinde bir azınlık olarak yaşayan ve deyim yerindeyse içinde yaşadıkları toplumların sadece hoşgörüsüne bağlı bir şekilde yaşamak durumunda olan Yahudiler kendileri için önemli bir engeli aşmışlardır denilebilir. Çok yakın bir geçmişte Avrupa’nın orta yerinde soykırıma maruz kalan bir topluluk olarak, güvenlik algılarının son derece kırılgan olabilmesi gerçekliğinin yanında, her ne kadar laik bir devlet olarak kurulmuş olsalar bile, dini referansların karar alıcılar üzerinde ne derece etkili olabildiği, güncel politikaları da dâhil, çok net gözlemlenmektedir.

       Ilan Pappe, 1948’den itibaren birçok Yahudi elitin, Batı Şeria’yı da Büyük İsrail hedefi içerisine katan bir planı kurguladığını söylemektedir. 1948 yılındaki savaşta Batı Şeria’nın İsrail topraklarına katılamamasının kimi gruplarca ’’ölümcül tarihsel hata’’ olarak değerlendirildiği ifade edilirken, 1963 yılına kadar İsrail Başbakanlığı yapan aynı zamanda kurucu Başbakan da olan David Ben-Gurion’un, özellikle Batı Şeria’daki yoğun Arap nüfusun İsrail’in demografik yapısını olumsuz etkileyebilecek durumda olması sebebiyle bu konuyu ertelediği söylenmektedir.[1] Bu sosyolojik olgu, bugün bile süratle devam etmekte olan ’’yerleşimciler’’ uygulamasının temelini oluşturan mantığında gözler önüne serilmesidir.

      İsrail’in 1967 öncesinde uluslararası alanda meşruiyet kazanma anlamında adımlar attığı görülürken, güvenlik anlamında da hızlı bir silahlanma içinde olduğunu gözlemleriz. İsrail’in bu dönemde tehdit olarak gördüğü ülkeler öncelikle Mısır ve Suriye’dir. 1948 yılında da savaşılan bu ülkeler ile karşılıklı bir silahlanma yarışında olan İsrail’in, sadece 1964-1967 tarihleri arasında 48 Skyhawk, 50 Mirage, 12 Super Frelon helikopter, 500 tank ve 10 hücum botu ordusunun envanterine kattığı görülürken, kara savaşları için son derece önemli bir unsur olan tank kapasitesinin de toplam 1200’e çıktığını görürüz.[2]

  • Mısır, Suriye ve Ürdün

       Soğuk Savaşın etkilerinin Ortadoğu ülkeleri üzerinde özellikle silahlanma anlamında kendini gösterdiği bu yıllarda, İsrail’in kendisini Batı dünyası içinde pozisyonlandırmasına karşılık, İsrail’in komşuları Mısır ve Suriye’nin Sovyetler Birliği (SSCB) ekseninde bir pozisyon alma eğilimiyle hareket ettiği gözlemlenmektedir. Buna rağmen, özellikle Mısır’ın daha dengeci bir politika izleyebildiğini de, bunda tarafsızlar hareketi içinde yer alması da etkili olmuştur, 1955-1965 yılları arasındaki ABD ve SSCB’den aldığı askeri ve ekonomik yardımlardan görmek mümkündür. Mısır, bu yıllarda ABD’nin öncülük ettiği Batı dünyasından 1.6 milyar dolarlık yardım alırken, SSCB’den 2.75 milyar dolar yardım almıştır.[3] Soğuk savaşın bu iki aktörünün Mısır’a askeri yardımlarda bulunması elbette karşılıksız değildir. Nüfusu, kapasitesi, jeopolitik avantajları ve diğer Ortadoğu ülkelerinden ayrılan birçok yanıyla Mısır, bölgenin en önemli ülkelerinden biri olarak, küresel güçlerin her daim üzerinde bir şekilde tahakküm kurmak istediği bir ülke konumundadır. ABD ve SSCB’nin bu dahlini bu perspektiften değerlendirmek gerekmektedir. Akdeniz’in bu önemli ülkesinin günümüzde ise daha ABD güdümlü bir politika izlediğini ayrıca belirtmeliyiz.

        Mısır’da bu dönemde Cemal Abdül Nasır iktidardadır. Nasır, 1955’de iktidara gelişiyle Mısır’da ve tüm Arap coğrafyasında dikkat çeken bir lider profili çizmiştir. 1960 yılında bölgede gerilimi tırmandırıcı eylemlerde bulunan Nasr, aynı eylemlerini 1967 yılında da tekrarlayarak savaşın fitilini ateşleyen en önemli adımı atan kişi olmuştur. 1956 savaşı sonrası imzalanan antlaşma; Sina’nın askerden arındırılmış olması gerektiğini söylerken[4], Nasr bu bölgeye 1960 tarihinde asker göndermiş ve Eilat’taki Tiran geçidini kapatacağı tehdidinde bulunmuştur.[5] Uluslararası ilişkilerde birçok kez gerilimi düşürme maksadıyla gerilimi tırmandırma şeklinde uygulamaya konulan bu stratejinin, bu örnek olayda istenilenin aksine bir savaşla sonuçlanması bölgenin geleceği noktasında son derece belirleyici bir adım olmuştur.

        Suriye’de ise bu dönemde Baas içindeki yeni bir grup darbeyle iktidara gelmiş, sonrasında da Mısır ve SSCB ile yeni ittifaklar kurma girişiminde bulunmuştur.[6] Bu yıllarda, İsrail ve Suriye arasındaki en önemli sorun başlıkları; sahipsiz topraklar olarak isimlendirilen ve iki ülkenin hak iddia ettiği tartışmalı bölgeler sorunuyla beraber, Ürdün Irmağı’ndaki suyun kullanımına dair kadim tartışmalardır.[7]

        Ürdün, Altı Gün Savaşında İsrail ile savaşan grupta yer almasına rağmen, 1960’lar itibariyle tehdit olarak Mısır ile karşı karşıya gelen ülkelerden biridir. Ürdün bu sorunu, uluslararası boyutta ABD’den gördüğü destekle, bölgesel anlamda da Suudi Arabistan’dan gördüğü destekle aşmaya çalışmaktadır.[8] Ürdün de bu dönemde (1960-1967 yılları arasında) bölgedeki silahlanma yarışının bir sonucu olarak, ordusuna 25.000 kişi daha ekleyerek askeri kapasitesini artırmış, toplamda 380 adet tank envanterinde yer almıştır.[9]

  • Savaşın Görünür Nedenleri

        Altı Gün Savaşı’nın birbirini peşi sıra tetikleyen gelişmeler sonrasında çıktığını söyleyebiliriz. Bu gelişmelerin en dikkat çekeni, 1966 sonuna doğru SSCB’nin ’’İsrail’in Suriye sınırına asker yığdığı’’ yanlış istihbarat bilgisidir. Bu dönemde, Suriye’de darbeyle iktidara gelen, yeni Baas olarak da isimlendirilen grubun izlediği proaktif politikalar gerilimi tırmandırmıştır. Suriye’deki yeni yönetimin ilk eylemlerinden biri, Ürdün ırmağı üzerine yeni bir su projesi yapmak olmuştur. Bölgenin en değerli ve stratejik öneme sahip yeraltı kaynaklarından biri olan su üzerindeki bu teşebbüs, İsrail tarafından bombalanınca bölgedeki gerilim yükselmiştir.[10] 1967 Mayıs’ında su kaynaklarıyla ilgili bu kadim anlaşmazlıktan kaynaklanan[11] ve küçük çatışmalarla devam eden süreç nihayetinde, Mısır’ın Birleşmiş Milletler (BM) kontrolündeki Sina Yarımadasına girip Akaba Körfezi’ndeki bir İsrail limanı olan Eilat’ı işlevsizleştirmek için Tiran Boğazını kapadığını ilan etmesi, savaşı başlatacak en önemli adım olmuştur.[12] BM’nin 4000 civarındaki barış gücünün Mısır’ın talebiyle bölgeden çekilmesiyle Sina’daki mevzilere Mısır askerleri yerleşmiştir.[13]

       İsrail’de aynı günlerde Ulusal Birlik Hükümeti kurulmuş, Moşe Dayan gibi şahin bir Savunma Bakanı göreve gelmiştir. Böylece bir anda bütün Ortadoğu savaş öncesi teyakkuz halini almıştır.[14] Her ne kadar daha sonraları Nasır’ın tüm agresifliğinin caydırıcılık stratejisi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilse de savaş artık başlamıştır.

  • 5-11 Haziran 1967 Savaşı (Altı Gün Savaşı)

        İsrail, 5 Haziran 1967 tarihinde saat 7:10’da bir yıldırım harekâtı düzenlemiştir. Toplamda 200 uçakla yapılan ani baskınlarla, 1948 sonrası müthiş bir silahlanmayla gücünü bir hayli artırmış olan Mısır’ın hava gücünün %80’i imha edilmiştir.[15] Mısır’ın 211.000, Suriye’nin 65.000 ve Ürdün’ün 55.000 askerine karşılık, İsrail’in 275.000 askeri bu savaşta yer almıştır.[16] İsrail’in bu savaş stratejisi, 2. Dünya Savaşının da temel stratejisi olan hava üstünlüğünü alma üzerinedir.[17] Hava kuvvetlerinin neredeyse tamamını kaybeden Mısır ve Suriye’nin bu süreçten sonra etkili bir savunma stratejisi uygulaması mümkün olmamıştır.

        İsrail eş zamanlı Suriye, Ürdün ve Irak Hava Kuvvetlerine de saldırmış, Gazze Şeridi ve Sina’ya girmiş, Süveyş Kanalı’na kadar ulaşmıştır. 7 Haziran’da Doğu Kudüs’ü işgal eden İsrail, çok kısa bir süre içinde Batı Şeria’yı tamamen ele geçirmiştir.[18]  Altı gün içinde Golan Tepeleri, Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Sina Yarımadası artık İsrail’in kontrolüne geçmiştir. Böylece savaş sonrası topraklarını dört kat büyütmüştür. Toplam 11.500 kişinin öldüğü savaşta, 1500 Mısırlı, 2500 Suriyeli ve 750 de Ürdünlü subay hayatını kaybetmiştir.[19]

        İsrail, işgal sonrası 80 ve 194 sayılı emirleriyle Filistin’in yürütme ve yasama işlerini kendi uhdesine alma kararı vermiştir. Bunun anlamı bu yerleşimlerde, yani işgal edilen yerlerde bir nevi olağanüstü halin uygulanacağıdır. Savaştan bir hafta sonra da dönemin İsrail Başbakanı Eşkol, bir hafta önceki pozisyonlara dönüleceğine dair bir beklentinin olmamasını söyleyerek işgallerinin kısa süreli olmayacağının ilanını yapmıştır.[20] İsrail kamuoyundaki beklenti bu işgal edilen yerlerin, özellikle tarihsel olarak İsrail toprağı olduğu yönündeki dini inanç temelinden dolayı, hemen ilhak edilmesi yönündedir. Ancak uluslararası tepkilerden çekinilmesi ve yaklaşık 1.5 milyonluk Arap nüfusun bu işgal edilen yerlerde olmaları bu düşüncenin gerçekleştirilmesine engel olmuştur.[21]

  • Savaşın Sonuçları

       Bernard Lewis, Siyonizme karşı Arap muhalefetini başlangıçta dinsel bir temele bağlarken, Filistin ulusu diyebileceğimiz özel bir topluluğunda 19. yüzyıl başları itibariyle var olmadığını ifade etmektedir.[22] Lewis’in ifadesiyle ’’ihtilafta savaşkan bir güç olarak, sağlam ve ortak bir Filistinlilik kimliğine ve nihayetinde de ulus olma bilincine sahip Filistinli Arapların ortaya çıkması…’’[23] bu savaşın önemli sonuçlarından biridir. Aynı şekilde, önemli bir Arap nüfusu üzerinde Yahudi egemenliği söz konusu olmuş, 1967’den sonra Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) farklı bir görüntü ve eylem tarzıyla Arap ve Filistin siyasetinde etkili bir görüntü sergilemeye başlamıştır.[24] İsrail’in, İngiliz manda dönemi Filistin topraklarını komple işgal etmesiyle 400.000 Filistinli zorunlu göçe tabi tutulmuştur.[25]

       20 Ağustos 1967 tarihinde yapılan zirvede ’’İsrail ile barışa hayır, İsrail ile müzakereye hayır, İsrail’i tanımaya hayır ve Filistin halklarının hakları için mücadeleye devam’’ kararı alınmıştır.[26] Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus, BM’nin 1947 tarihli iki ayrı devlet formülünün; Kudüs ve Beytüllahim’in uluslararası statüde şehirler olarak kabul edildiği uygulama örneğinin, o dönem itibariyle İsraillilerce kabul görüp Filistinlilerce kabul görmemesi durumudur. İsrail’in kimilerince güvenlik ihtiyacını karşılamak için kimilerince de ideolojik temellere dayanan saldırgan tutumunun yanında, Arapların da hiçbir şekilde müzakereye yanaşmayan tavırlarının mevcut statükoyu bile koruyamama anlamında sonuçlar doğurduğu ayrıca belirtilmesi gereken bir konudur. Arap devletlerce tanınmayacağını anlayan İsrail, 20 Ekim1967 tarihinde yayınladığı bir kararla savaş öncesi sınırlara dönülmeyeceğini duyurmuştur.[27] İsrail Aralık 1967 tarihinde de, 1949 Ateşkes Anlaşmaları ile belirlenen, uluslararası olarak kabul edilen ve yeşil hat olarak bilinen Batı Şeria, İsrail, Gazze ayrımını gösteren haritaların değiştirilmesinin kararını vererek işgal altındaki yerler hakkındaki tasarrufunu gözler önüne sermiştir.[28]

        Bugün ise İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki kuşatması, Batı Şeria ve Golan Tepelerindeki işgali halen devam etmektedir. ’’İki devletli formül uygulanmalı, 1967 öncesi sınırlara dönülmeli’’ şeklinde yapılan tartışmaların yasal dayanağı olan 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı da yine bu savaş sonrası toplanılan BM Güvenlik Konseyinde karara bağlanmıştır. İsrail’i savaş sonrası işgal ettiği yerler dolayısıyla işgalci olarak gören BM kararı da işte bu 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıdır.

  • Uluslararası İlişkiler Bağlamında Bir Değerlendirme

       Altı Gün Savaşı ilk bakışta, artan güvenlik kaygılarının, savunma/korunma refleksiyle bir taarruza dönüşmesi olarak görünüp bu şekilde bir tarih yazımıyla anlatılmak istense de; uzun süredir bu taarruz için planlar yapılıyor olması, işgaller sonrası kamuoyunda yayılmacı politikanın daha da artarak devam etmesi yönündeki beklentiler ve işgallerin biteceğine dair bugüne kadar hiçbir olumlu adım atılmaması gibi nedenler; aslında en başından beri farklı bir motivasyon ile bu saldırıların yapıldığı tezini desteklemektedir.

        Tehdit ve güvenlik kavramları birbirinden ayrı düşünülemeyecek kavramlardır. Dönem itibariyle aralarında sürekli bir gerilim olduğu bilinen çeşitli Arap ülkeleri ve İsrail, kendileri için ikinci halka tehdit olan çevre ülkelerle savaşa giden süreçlerinde karşılıklı gerilimi artıracak birçok eylem içinde bulunmuşlardır. Güvenlik kavramını hali hazırda elinde bulunanı koruyabilme şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, uluslararası ilişkilerin değişen doğası içinde eldekini artırma, ülkeler için konuşulduğunda ise sınırlarını genişletme şeklinde de yorumlandığına tanık oluruz.[29]

         Devletlerin bazı dönemlerde silahlanma yarışına girmelerinin en öncelikli nedeni, öncelikle caydırıcılık güçlerini artırmaktır. Makul akıl, ’’sıcak çatışma son tercih edilen olgudur’’ düşüncesinin galebe çalması gerektiğini söylerken, bazı durumlarda sıcak çatışmanın, hatta yayılmacı emperyalist bir tavrın baskın olabildiğini de gözlemleriz. İsrail’in Arap ülkelerince çevrelenmiş yapısı, tarihsel olarak farklı toplumlar içinde sürekli bir ötekilik hali ve çok yakın bir geçmişte soykırıma maruz kalınması durumu, İsrail’in Güvenliği konusunun her dönem uluslararası bir konu olarak değerlendirilmesini sağlayan nedenlerden olmuştur diyebiliriz. Altı Gün Savaşına gidilen süreç için yapılabilecek klasik yaklaşımlı değerlendirmelerde de tehdit algısının son derece yükseldiği, güvenlik ihtiyacının karşılanması gereken bir boyuta geldiği gibi yorumlar pekala yapılabilecekken, savaşın sonuçlarını incelediğimizde bu durumdan ziyade Siyonist yayılmacı bir politikanın savaşı başlatan asıl motivasyon olduğu gerçeği net bir şekilde kendini göstermektedir. ’’Biz bu topraklar üzerindeki hakkımızı İngiliz mandasından değil, Tevrat’tan alıyoruz’’[30] cümlesinin, İngilizlerin 1939’da Yahudilerin Filistin’de toprak satın almasını kısıtlaması sonrası Siyonist göstericilerce söylendiği bilgisi ise İsrail’in işgalci motivasyonunun sadece bir örneğidir.

        Sonuç olarak; Ortadoğu’daki bitmeyen bu gerilimi anlamak için Altı Gün Savaşı’na bakmamız bize önemli bir rehber olmaktadır. Bu savaşta yalnız ve askeri varlık anlamında daha zayıf olan İsrail, etkili bir savaş stratejisi uygulayarak bu açığını kapatmayı başarmıştır denilebilir. İşgal edilen yerlerdeki İsrail’in de facto durumunun BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı Kararıyla işgalci olarak tanımlanmasına rağmen günümüze kadar statükoyu değiştiren herhangi bir gelişme olmaması ve ABD başta olmak üzere hukukiliği tartışmalı birçok adım atmakta olan büyük aktörlerin eylemlerinin önünde hiçbir şekilde durulamaması ise; BM’nin varlık sebeplerini sorgulatan durumlar olarak karşımızda durmaktadır.

         Güvenlik amaçlı uluslararası kuruluşların en önemlisi olan BM’nin hem genel yapısıyla hem de beş daimi üyeli Güvenlik Konseyi yapısıyla bazı durumlarda ne kadar işlevsiz olabildiği bu savaşın diğer önemli sonuçlarındandır. Mısır’ın silahsız olması gereken ve BM tarafından kontrolü sağlanan Sina Yarımadasına belki savaşa varmayan sıcak yöntem[31] kapsamında yaptığı harekatın önleyicisi olamaması, 1949 ateşkes kararlarının uygulanmasını sağlayamaması ve bugün gelinen noktada iki toplumlu ve iki devletli yapının neredeyse imkansıza yakın olması; bu kuruluşun muhteviyatının sorgulanması noktasındaki önemli verilerden olmaktadır.

        Tarihsel süreçte çeşitli acılar yaşamış, sürekli başka bir toplum içinde öteki olma haliyle yüzleşmiş bir topluluğun kurduğu bir devletin; bu devlet eliyle başka bir devlete, içinde yaşayan başka bir topluma sistematik ayrıştırıcı bir  politika izlemesi, dönem dönem doğrudan sivillere yönelik katliamlara varan saldırılar yapması ve özellikle yapılan kuşatmayla Gazze’nin adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürülmesi ise yıllara sari bu çatışma sürecinin en acı boyutlarındandır.

Kaynakça

Attıas J. C. ve Benbassa E. (2012), Paylaşılamayan Kutsal Topraklar ve İsrail (N. Önol, Çev.) İstanbul; İletişim Yayınları.

Balpınar Z. (2019), İsrail Perspektifinden İki Devletli Çözüm, İstanbul; Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Bozarslan H. (2018), Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonundan El-Kaide’ye (A. Berktay, Çev.) İstanbul; İletişim Yayınları.

Bowen J. ’’1967 Arap İsrail Savaşı: Orta Doğu’yu Sarsan Altı Gün’’, BBC, 5 Haziran 2019.

Çağlayan S. (2017), İsrail Sözlüğü, İstanbul; İletişim Yayınları.

Dedeoğlu B. (2020), Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul; Yeniyüzyıl Yayınları.

Lewis B. (2018), Semitizm ve Anti-Semitizm Çatışma ve Önyargıya Dair (H. Güldü, Çev.) Ankara; Akılçelen Kitaplar.

Pappe I. (2018), İsrail Hakkında On Mit (E. Türközü, Çev.) Ankara, Nika Yayınevi.

Pirinççi F. (2010), Silahlanma ve Savaş Orta Doğu’daki Silahlanma Girişimlerinin Küresel ve Bölgesel Güvenliğe Etkisi, Bursa; Dora Yayın.

Yeniacun S. H. (2019), 1967 Arap-İsrail Savaşı, İstanbul; İlgi Yayıncılık.

Weizman E. (2016), Oyuk Topraklar İsrail’in İşgal Mimarisi (Çev. Emre Can Ercan) İstanbul; Açılım Kitap.

Resim 1: 1967 Altı Gün Savaşı sonrası İsrail’in işgal ettiği topraklar (Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54176065)

Resim 2: Mısır uçaklarının daha havalanamadan imha edilmesini gösteren bir fotoğraf (Kaynak:https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40157650)

Resim 3: İsrail askerleri Kubbet-üs Sahra’ya doğru ilerlerken. (Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40157650)


[1] Ilan Pappe, İsrail Hakkında On Mit,(Ankara; Nika Yayınevi, 2018) 96.

[2] Yeniacun, A.g.e. 24.

[3] Ferhat Pirinççi, Silahlanma ve Savaş, (Bursa; Dora Yayın, 2010) 264.

[4] Pappe, A.g.e. 101.

[5] Pappe, A.g.e. 99.

[6] Pirinççi, A.g.e. 262.

[7] Pappe, A.g.e. 99.

[8] Pirinççi, A.g.e. 262.

[9] Yeniacun, A.g.e. 27.

[10] Pappe, A.g.e. 102.

[11] Eyal Weizman, Oyuk Topraklar, (İstanbul, Açılım Kitap, 2016) 38.

[12] Selin Çağlayan, İsrail Sözlüğü, (İstanbul, İletişim Yayınları, 2017) 446.

[13] Yeniacun, A.g.e. 30.

[14] Weizman, A.g.e. 38.

[15] Yeniacun, A.g.e. 40.

[16] Pirinççi, A.g.e.265.

[17] Dedeoğlu, A.g.e. 197.

[18] Pappe, A.g.e.104.

[19] Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, (İstanbul, İletişim Yayınları, 2018) 119.

[20] Zafer Balpınar, İsrail Perspektifinden İki Devletli Çözüm, (İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2019) 94.

[21] Balpınar, A.g.e. 95.

[22] Bernard Lewis, Semitizm ve Anti-Semitizm Çatışma ve Önyargıya Dair, (Ankara; Akılçelen Kitaplar,  2018) 204-205.

[23] Lewis, A.g.e. 227.

[24] Lewis, A.g.e. 228-230

[25] Bozarslan, A.g.e. 119.

[26] Balpınar, A.g.e. 102.

[27] Balpınar, A.g.e. 102.

[28] Weizman, A.g.e. 39.

[29] Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, (İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2020) 82-92.

[30] Attıas Jean-Chrıstophe-Esther Benbassa, Paylaşılamayan Kutsal Topraklar ve İsrail, (İstanbul; İletişim Yayınları, 2012) 19.

[31] Dedeoğlu, A.g.e. 166.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.